1950 SONRASI DEMOKRASİ VE ASKERİ MÜDAHALELER
YAZAR: PROF. DR. ERGUN AYBARS
Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle Tanzimat Fermanı ile başlayan modernleşme; Batı eksenli bir dünya görüşüne dayanan ilkeler, kurumlar ve yaşam biçimini getirdi. Gazete, tiyatro, roman ilk kez 1860’lardan sonra Osmanlı’da görüldü. Devletten (padişah) gelen modernleşme hareketinin yerini, halk adına, halk için bu yeni modernleşmenin öncülüğünü yapan, Osmanlı aydınlarının “Genç Osmanlılar” örgütlenmesini başlattı. Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa vb. ilk kez “vatan coşkusu”nu, “hürriyet” ve “eşitlik” ilkelerinin mücadelelerini verdiler. Bu hareket özellikle Osmanlı Türk aydınında (asker-sivil bürokrat) etkisini gösterdi. 1876’da bu aydın bürokratların müdahalesiyle Abdülaziz tahttan indirildi. 5. Murat’ın kısa süresinde sonra II. Abdülhamid tahta çıkarıldı ve Kanun-u Esasi (Anayasa 1876) kabul edildi. 1877 ilkbaharında da Meclis-i Mebusan kuruldu.Emperyalist İngiltere veFransa parlamenter bir sisteme karşıydılar. Onlar Abdülmecit ve Abdülaziz zamanında Padişahlardan her istediklerini kolayca yaptırıyorlardı. Tek kişi otoritesi onların güdümü altındaydı. Buna Rusya da dahildi. 1876 Aralık ayında İstanbul da yapılan “ Azınlıklar (Hristiyan özellikle) toplantısında Sadrazam Mithat Paşa top ateşleriyle ilan edilen Kanunu Esasinin (Anayasa) ilanını yaparak, atık hiçbir fark gözetmeksizin herkesin eşit olduğunu belirtti. Emperyalistler azınlıklara üstün haklar verilmesini istediler. Ret edilince Mora isyanında olduğu gibi Rusya ya saldırma görevi verdiler. Rusya Batıda ve Doğudan (saldırıya geçti 93 harbi, 1877- 78). Osmanlı devletiyenildi ve Ayastefanos (Yeşilköy) anlaşmasıyla teslim oldu. Avrupa çok stratejik yerin Rusya’nın eline geçmesini görerek Berlin Kongresine Rusya’yı çağırdılar. Rusya baskı altında, katılmak zorunda kaldı. Berlin’de alınan kararlarla, Balkanlarda Makedonya Osmanlı devletinde kalacak, Bulgaristan Prensliği dış ilişkilerinde Osmanlı devletine bağlı kalacak, Kars, Ardahan ve Batum Rusya’ya verildi.
Berlin Kongresi’nin ardından, II. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında ağır bir yenilgi ve çöküntü karşısında Meclis-i Mebusanı kapatıp, Kanun-ı Esasiyi uygulamadan kaldırıp İslamcı despot bir düzen kurdu. 1878 Kıbrıs’ın İngilizlere kiraya verilişi “99 yıllığına”, 1881’de Fransızların Tunus’a ve 1882’de İngilizlerin Mısır’a yerleşmesi ve 1885’de Bulgaristan Prensliğinin Doğu Rumeli’ye (Bugünkü Güney Bulgaristan.Halkının çoğunluğu Müslüman) topraklarına kattığını ilan edişi; ekonomi alanında ise 1881 Muharrem Kararnamesi ile Abdülhamid’ in mali iflasının ilan edilişi ile Duyun-u Umumiyenin kuruluşu, kendi topraklarında (Balkanlarda) asayişi sağlamaktan aciz duruma düşen ve yargı bağımsızlığını bile yitirmiş bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunun geldiği görülüyordu. Rus Çarı ile İngiliz Kralı’nın Revalde 1907de Türklerin Balkanlardan çıkartılması üzerine uzlaşması ve “Hasta Adam” ın ölüm kararını vermeleri, genç subayların ayaklanmasını (Niyazi – Enver) ve 10 Temmuz 1908 günü II. Meşrutiyet’in ilanını hazırladı. 1911de Meclisin kuruluşu Anayasanın yeni maddelerle yürürlüğe girmesi, basın özgürlüğü ve Osmanlı devletinin Almanya’ya yakınlaşması üzerine Birin Meşrutiyeti Rusya’ya yıktırtan emperyalizm Rusya desteğini de alarak Balkan savaşını çıkarttılar. Bu savaşta Türk Müslüman katliamlarını yapan Yunan, Bulgar, Sırp ordularının çetecilerinin tehlikesi karşısında Balkanları terk ederek İstanbul’a doğru kaçmaya başladılar. Bu felaket İki milyon dolayında Müslümanın yarısına yakının katliamı yollarda hastalıktan ölümleri ve İstanbul’a gelebilenler bir milyona yakın insana barınacak yer bulunması sıkıntısı, sağlık hizmetlerinin durumunun yetersizliği yaşandı. Abdülhamit’in donanmayı Haliçte çürütmesi yüzünden Yunan donanması bütün Ege adalarını işgal etti. Donamamızın olmayışı İttihat Terakki ve Hürriyet ve İtilaf partizanlığı da bu durumun sorumlularıdır. Bulgaristan’a karşı Romanya, Yunanistan ve Sırbistan’ın savaş açmaları üzerine Bulgar ordusu Trakya’yı terk edince, Sadrazam Kamil Paşanın Trakya’yı geri almak fırsatını ret etmesi üzerine, Talat Paşanın Binbaşı Enver’i görevlendirerek Hükümeti devirmek pahasına, Edirne ve bütün Trakya’nın geri alınması sağlandı. Görülüyor ki, I. Ve II. Meşrutiyetler asker – sivil bürokratların önderliğinde gerçekleşmişti. Türk bağımsızlığına dayanan bir yaşam mücadelesi 1908-1918’e damgasını her yönüyle vuracaktır. Ancak İttihat ve Terakki yönetimi (Enver, Talat, Cemal) bütün güçlerine rağmen köklü yapısal değişikliğe cesaret edememişler, devletin “şeriat” a dayanan esaslarına dokunamamışlardır.Yani“egemenlik” kaynağını değiştirememişlerdir.
İstiklal Savaşı, Amasya Genelgesi (İhtilal bildirisi) ile belirlenmiş esaslar yönünde ve Atatürk’ ün önderliğinde Erzurum – Sivas Kongreleri ile yeni Türk Devleti’nin temeli üzerine T.B.M.M’ nin kurulmasıyla “Egemenlik ulusa aittir” ilkesi,sorunun çözümü sağlamıştır. İstiklal Savaşı, Atatürk’ün eseri olarak, askeri-sivil bürokrat, eşraf, ağa, halk birliği ile emperyalizme karşı bağımsızlık, monarşiye (Halife – Padişah) karşı ulusal egemenlik zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu zafer de daha sonra Türkiye Cumhuriyeti ile sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’in bütün kazanımları 1919-1938 arası Atatürk ilkeleriyle gerçekleşen Türk Devrimi’nin eseridir.
Atatürk, Cumhuriyet’i demokrasiye yöneltmiş, bir bakıma Cumhuriyet sarsılmaz temelleri üzerinde güçlendikçe demokrasinin de güçlenerek bir yaşam biçimi olarak gerçekleşeceğini ülkü olarak belirlemiştir. İstiklal Mahkemeleri’nin çalıştığı dönemlerde bile “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirecek eğitim temellerini atarken bu gelişme sürecinin en büyük iç tehlikesi ve tehdidi olarak da “irtica”yı göstermiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kuran arkadaşlarını (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele, vd.) vazgeçirmek istemiştir. Onlar ise bunu kabul etmemişlerdiler.
1930’ da Fethi Okyar’ a Serbest (liberal) Cumhuriyet Parti’yi bizzat Atatürk kurdurmuş; ancak laiklik karşıtı irticai tehdit üzerine Fethi Bey partisini kapatmıştır. Menemen’ de Kubilay’ın katlinden sonra yapılan milletvekili seçimlerinde yayınlandığı bildiride (1931) Atatürk adaylardan “Milli, Laik, Cumhuriyet’e samimiyetle sadakat bekliyoruz” diyordu. Görülüyor ki Türkiye Cumhuriyet’in en büyük iç tehdidi “laiklik karşıtı hareketler”dir. Aynı yıl yazdığı “Medeni Bilgiler” kitabı ile Atatürk, orta ve lise öğrenimindeki çocuklara hürriyet, insan hakları ve demokrasi idealini öğretmektedir. 1938’de Atatürk öldüğünde, sağlam, onurlu, haysiyetli, uluslararası ilişkilerde saygınlığı olan dev adımlar atmışbir ülke bıraktı.
II. Dünya Savaşı sonrası değişen dünya koşulları, Doğu-Batı bloklarının oluşmasını getirdi. Türkiye, demokrasi ülkelerinin ağırlıklı olarak (İspanya – Portekiz faşist idiler) yer aldığı Batı Bloklarında yer aldı. 1950’de “Çoğunluk sistemi” ile yapılan seçimlerinde Demokrat Parti %54 oyla %85 milletvekili ile iktidara geldi. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan oldu. Atatürk’ ün Başbakanlığını yapmış olan Celal Bayar döneminde, Adnan Menderes ismi ön plana çıktı. 1952’ de NATO’ ya katılan Türkiye, 1950 sonrası laiklikten, milli iktisat, milli kültür-eğitim politikalarından hızla uzaklaştırılırken, “yeşil kuşak” teorisinin mimarı olan ABD’nin çizdiği yola girdi. İkili anlaşmalarla bağımsızlığından önemli ödünler verirken; “irtica” nın yolunu açan “ılımlı İslam” süreci de başlamış oldu.
D.P. ilk dört yıl sorunsuz ve halkı memnun eden politikalara yöneldi. Demiryolu taşımacılığının yerine karayolu taşımacılığı aldı. Köy ve kasabalar şose yollarla bağlanmaya çalışıldı. D.P., 1954 yılı seçimlerini de rahat kazandı. Ancak 1957’ de erken seçime gitmek zorunda kaldı. 1959 sonrası D.P. yokuş aşağı gittikçe sertleşti. “Vatan Cephesi” nin kuruluşu, basına baskı ve muhalefetin sindirilmesi, İsmet İnönü’ nün Meclis oturumlarına katılma yasakları ve İnönü’nün ülke içinde dolaşmasının engellenmesi, orduya karşı tutumu, öğrenci olaylarını tetikledi.
Bir erken seçim tansiyonu düşürebilirdi. Adnan Menderes istifasını verdiyse de Celal Bayar (Cumhurbaşkanı) kabul etmedi. Ordu içinde D.P. iktidarına karşı tepki açıkça görülüyordu. 1959 yılı sonunda Polatlı’da babam binbaşı olarak görevli idi. Subaylar aralarında D.P’nin devrilmesi gerektiğini konuşuyorlardı. O yıllarda lise mezunları yedek subay oluyorlardı. Bu sebeple subaylar aralarında da bu konuyu dile getiriyorlardı. Lise mezunlarından da yedek subaylığın kaldırılması ve er yapılmalarını, böylece er kalitesinin ve dolayısıyla yedek subay kalitesinin de yükseleceğini adeta oy birliği ile paylaşıyorlardı. 18 yaşında lise ikinci sınıfta idim. İstanbul’daki mahalle arkadaşlarıma (fakülte 1. Sınıfta idi ve okumaya niyeti yoktu) mektup yazıp “yakında ihtilal olacak liselerden yedek subaylık kaldırılacak. Hemen git yedek subay olarak askerliğini yap” diye yazdım. 27 Mayıs 1960 Cuma günü ihtilal oldu ve kısa süre sora lise mezunlarının yedek subaylık hakları kaldırıldı. Müktesep hakları olanlar “yedek subay öğretmen” olarak köylere gönderildi. Arkadaşım da Urfa’nın bir köyünde vatan görevini yaptı.
27 Mayıs çağdaş bir anayasa getirdi. Bu anayasayı hazırlayan komisyon başkanı Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal’dı. Memur, işçi emeklilerin ve ailelerinin sosyal hakları güvence altına alındı. Hiç kuşkusuz en önemli hata Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun(Kıbrıs adasındaki hukuki haklarımızı kazanan Dış İşleri Bakanı) idamlarıydı. Suçlu bulundular ama idam yanlıştı. Çünkü idam ilerde pişman olduğunuzda telafisi olmayan bir cezadır.
Benim burada belirtmeye çalıştığım, askeri müdahalelerinin sebepleridir. O sebeple bu sebep-sonuç ilişkisi üzerinde duruyorum. 27 Mayıs D.P’nin sebep olduğu bir müdahaledir. Bir lise öğrencisi olayı görebiliyordu. Ancak Başbakan ve Cumhurbaşkanı, Milli İstihbarat, Emniyet İstihbarat ve parti istihbaratı gibi kaynaklara sahipken, ihtilalin geldiğini görememişlerdi. Bu da Türkiye’nin tarihinde yeni bir boyut açmıştır.
1961-1969 yılları arası, yargının bağımsız olduğu, üniversite özerkliği ve basın özgürlüğünün, işçi haklarının en üst düzeyde tanındığı yıllar oldu. 1968 Avrupa öğrenci olayları, Türkiye’de de öğrenci olaylarınıtetikledi. Ancak bu olaylar 27 Mayıs öncesi gençlik olaylarından çok farklıydı. Bir güç (özellikle dış güç ile ortak) gençliği ikiye böldü. Sol-sağ bölünme, çatışmalar, aşırı sol fraksiyonların “Ho, ho, Hoşimin, bir, iki, üç daha fazla Vietnam” sloganları Türkiye’yi ABD-Sovyet çatışmasında ikinci bir Vietnam olarak bir çatışma alanı haline getirmek istiyordu. “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu” ve “Türkiye Halkları” sloganları bu tehlikeli gidişin boyutlarını gösteriyordu. 1970 yılı sonbaharından hocam Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal ile yaptığımız bir görüşmeden bana “Ergün, Türkiye muhtemelen bir askeri müdahaleye doğru gidiyor. Çünkü hiçbir ordu ülkesinde ikinci bir orduya izin vermez. Diğer yandan “Türkiye Halkları” sloganı da bölücü bir hareketin ifadesidir, üniter devlete karşı bir tehdittir. Bu gelişmeler durmazsa korkarım bir müdahale kaçınılma görünüyor.” demişti.
Gelişmeler 12 Mart 1971 muhtıra müdahalesini getirdi. Açık bir müdahale değildi. Meclis ve partiler kapatılmadı. Prof. Dr. Nihat Erim;(Meclis’ te 12 milletvekili olan Güven Partisi milletvekiliydi. Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Turan Feyzioğlu idi.) Hükümeti kurmakla görevlendirildi. Kurulan azınlık hükümeti Adalet Partisi ve C.H.P’nin güven oyu ile göreve başladı.1961 Anayasasının,Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın ifadesi ile, “Türkiye’de sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi geçmiştir.” Gerekçesiyle ve daha yaygın bir şekilde “bol geldiği” ifadesine uygun olarak, 40 dolayında maddesi değiştirildi. Yani daraltıldı. Daraltılan kuşkusuz özgürlüklerdi.
1969 yılında Mehmet Zahid Kotku’nun yol göstermesi ile Prof. Dr. Necmeddin Erbakan Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Artık dinsöylemlerine dayanan oylar D.P. ve 1961 sonrası kurulan A.P.’nin tekelinden çıkıyordu. Nitekim bu parti; 1969 seçimlerinde 16 milletvekili çıkardı. Alparslan Türkeş’in başında bulunduğu Millet Partisi (sonra Milliyetçi Hareket Partisi) 3 milletvekili çıkarmışlardı. 1969 yılında Milli Nizam Partisi’nin kuruluşuna paralel olarak, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde başörtüsü (sonraki adıyla 1984’te türban) olayı patlak verdi. Şule Erenler ve Hatice Babacan isimleri sık sık duyulmaya başladı.
1973’te seçim; normal sürecinde gerçekleşti. Necmettin Erbakan; Milli Selamet Partisi’ni kurarak seçime katıldı. 1973 seçimleri de Türkiye’nin sorunlarını çözmedi. Öğrenci hareketleri, sol-sağ çatışmasına dönüşürken; CHP + Milli Selamet Partisi koalisyonu kurulmuştu. 1974’ te Kıbrıs’ da Yunan Cuntasının Nikos Sampson aracılığı ile yapılan darbe üzerine, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi ve Kıbrıs sorununun çözüme ulaşamaması sebebiyle Türk askerinin Kıbrıs’tan çıkmaması, Türkiye’ye yönelik silah, teknoloji ve ekonomik ve mali ambargolar uygulanmasını başlattı. Bunları yapanlar batılı müttefiklerimizdi. Ermeni ASALA örgütünün Türkiye’nin elçilik ve konsolosluk görevlilerini öldürmeleri de paralel olarak başladı. Öğrenci olayları, giderek günlük ölüm sayılarının, 15-20-30’lara çıktığı bir durum aldı. CHP+MSP koalisyonu, Bülent Ecevit’in erken seçim isteği üzerine bozuldu. AP (Süleyman Demirel) +MSP (Necmettin Erbakan) + MHP (Alparslan Türkeş) koalisyonu kuruldu. Süleyman Demirel’in deyişiyle “Milli Cephe Hükümeti” kuruldu. Ülke sol-sağ cepheleşmeye sürükleniyor ve siyasetçiler uzlaşma yolunu aramak yerine, düşmanlık tutumu geliştiriyorlardı. Öyle ki, 1977 seçimleri öncesi ortam o kadar gerilmişti ki askeri müdahale söylemleri yoğunlaşmıştı. Kara Kuvvetleri Komutanı’nın adı geçiyordu. Genelkurmay, K.K. Komutanı’nı seçim öncesi emekliye ayırarak bu söylentilere son verdi. Ancak 1977 seçimleri de sorunları çözemedi. CHP + 11’ler, Milli Cephe Hükümetleri dönemleri ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi gerçekleşti. Bütün bu olayların Türkiye üzerinde oynanan oyunların çok ciddi boyutta olduğunu gösteriyordu.
12 Eylül askeri yönetimi anarşiyi durdurmayı başardı. Bu konuda çok spekülasyon yapılmaktadır. Ancak irticanın bütün bu gelişmelerden nasıl yararlandığını anlatmak istiyorum. Kenan Evren; askeri yönetiminin sağladığı bütün güce rağmen “irtica”nın üzerine gidemedi. Hatta Anayasa için referandumda tarikat + cemaat oylarını aldı. 1983 seçimlerine gidilmeden askeri yönetim Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’e, haklarında yasal bir mahkûmiyet kararı olmadan 10 yıl seçimlere girmeme yasağı koydu. Erdal İnönü vb. birçok isim yasaklanırken, Turgut Özal’ın yolu açıldı.
Bu durum perde arkasında ABD bulunduğu söylemlerini güçlendiriyordu. 12 Eylül müdahalesi için, ABD Başkanı Jimmy Carter’ın “Bizim çocuklar darbe yapmışlar” dediği hatırlanırsa, Türkiye’nin üzerindeki “ılımlı İslam” politikasının ne kadar ciddi bir tehlike olduğu anlaşılır. 1983 seçimlerini Turgut Özal’ın başında bulunduğu Anavatan Partisi kazandı. 1980’de %135 olan enflasyonu %30’a indiren Bülent Ulusu’dan (Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı)Başbakanlığı alan Turgut Özal, enflasyonu en kısa sürede %10’un altında çekeceğini söyledi. 1988’de ise enflasyon %85’e çıktı. Askerlerden dikensiz gül bahçesi devralmış olan Turgut Özal döneminde PKK’nin ortaya çıkışı, rüşvet ve yolsuzluğun yaygınlaşması, irticanın giderek güçlenmesi dikkatlerden kaçmıyordu. Fethullah Gülen hareketi, Nurculuğun önüne geçerken,Nakşibendiliğin içindeki radikaller de iktidarın olanaklarından en üst derecede yararlanıyorlardı. YÖK aracılığı ile Üniversiteler susturulmuş, işçi hareketleri disiplin altına alınmıştı.
1987’de Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerinin kaldırılması gündeme gelmişti. Bu arada yasaklı olan Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş için yasakların kaldırılması için referanduma gidildi. Özal “hayır” deyin propagandası yaptı. İzmir’in ağırlığı sayesinde yasaklar %51’e %40’la kaldırıldı. Ben yasaklar kaldırılsın oyu verenlerdendim. Ekim 1987’de Ankara’da Türk Tarih Kurumu Salonu’n da Prof. Dr. İsmet Giritli, Prof. Dr. Ergun Özbudun, Ben (Prof. Dr. Ergün Aybars) ve İstanbul Üniversitesi’nden bir meslektaşımın katıldığı bir panel yapıldı. Konu Ceza Kanunu’nun “141,142 ve 163. Maddeleri kalkmalı mı” idi. Prof. Dr. Giritli ve Prof. Dr. Özbudun, kalkması gerektiğini, bunların demokrasiye aykırı olduklarını söylediler. Ben, 141 ve 142’nin kalkmasının önemi olmadığını, Türkiye’ de komünizm tehlikesi bulunmadığını, ama çok ciddi boyutta “irtica tehdidi” bulunduğunu, eğer 163. Madde (Dini ve mukaddesat-ı diniye-i siyasete alet etmeyi yasaklayan madde) nin kalkması durumunda “irtica” nın önünün açılacağını ve sağ partilerin oy içintaviz,ödün verme yarışını sürdürecekleri, “korkarım on sene sonra Türkiye bir askeri müdahaleye sürüklenecektir” diyerek görüşümü belirttim. 1987 seçimlerinin kazanan Turgut Özal ve SHP’nin başından Erdal İnönü anlaştılar ve bu maddeler kaldırıldı. 1988 Ekim ayında yine Ankara’ da Türk Tarih Kurumu salonunda verdiğim konferansta (Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Org. Sabri Yirmibeşoğlu) da dinleyici olarak salonda idi.), gelecek on ve daha sonraki yılların en büyük tehlikesinin “irtica” olduğunu, bunun literatürde isimlendirirsek adına “teokratik faşizm” denebileceğini söyledim. Türkiye’de irtica 1988’de hala önemsenmiyordu. 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Dünya’da bir siyasal askeri boşluk doğdu. ABD Dünya’nın tek gücü olarak belirdi. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Hatta NATO’nun dağılacağı söylentileri vardı. ABD’nin yeni Ortadoğu siyaseti,Türkiye’nin“Büyük Ortadoğu” projesi olarak adlandırılan projenin en güçlü aracı olmasına yönelikti. “Yeşil Kuşak Teorisi” adı söylenmiyordu. Ama Yeşil Kuşak Teorisi’nden geriye kalan manzara çok korkunçtu: İran’ da mollalar şeriat düzeni, Afganistan’da Taliban şeriatı, Pakistan’da şeriat ve Türkiye’de irtica tehdidi yaşanıyordu. Siyasi kadrolar bunun önemini yeterince göremiyorlardı. 1989’da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın 1992’de vefatı üzerine 1992’de Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’nin başına, Prof. Dr. Tansu Çiller geçti. 1991 seçimlerinde Doğru Yol + SHP koalisyonu kurulmuştu. Bu durum irtica tehlikesini unutturmuş gibi idi.Oysa 1990 sonrasının değişen Dünya koşulları, ABD ve AB’nin Türkiye’ye bakış açılarını değiştirdi.Sovyetler dağıldığına göre AB’nin artık Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Dolayısıyla Sovyetlerdenayrılan peyk ülkeler, AB’ye alınmaya başlanırken ABD daha da ileri gidip, bütün bu ülkeleri NATO’ya almak için hareket geçti. Türkiye’ye yönelik politikaları ise AB kapısında bekletme ve oyalama oldu. Ama 1991’de açıkça görülmemekle beraber “Sevr” projesini gündeme getirdiler. “II. Cumhuriyetçilik” denen bu “uydurma” proje Turgut Özal (Cumhurbaşkanı) çevresinde oluşan “aydınlar!” tarafından basına yansıdı. Bu hareketin basında öncülüğünü de Çetin Altan’ın küçükoğlu Mehmet Altan (o tarihte doçent) yaptı. Projenin hedefi, Türkiye’yi eyaletlere bölmek, esasta “Kürdistan” kuruluşuna ortam hazırlamaktı. Güneydoğu bölgesi ve Irak’ın kuzeyi, ABD, İsrail ve AB için çok önemli stratejik bir özellik taşıyordu. PKK da bu amaç için uygun bir taşeron firma idi. Doğu Anadolu üzerinde de Sevr’de sınırları ABD başkanı Wilson tarafından çizilmiş bulunan “Büyük Ermenistan” oyunu tezgahlanıyordu. Güneydoğu Anadolu’nun bir diğer çok önemli özelliği Fırat + Dicle suları idi.
Daha sonraki yıllara bir sıçrama yaparsak (2000 ve sonrası) AB ile yapılan 2004 ve 2005 antlaşmalarında Kıbrıs sorununu çözün, Ermeni (sözde) soykırımını tanıyın, Fener Patrikhanesi’nin “Ekümenik” olmasını kabul edin, Güneydoğu Anadolu’da “reform” yapın, Dicle ve Fırat sularını AB komisyonu yönetsin, TürkSilahlı Kuvvetleri kışlaya kapatılsın, “Kemalizm” den vazgeçin vb. istekler, baskı halinde 2009’da gündemin en tehlikeli konusu olarak önümüzde durmaktadır.
Görülüyor ki, ABD ve ABstratejilerini büyük bir titizlikle uygulamaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin merkezini Diyarbakır olduğunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ca kabullenilmesi bu tehlikenin önemini bir kat daha arttırmaktadır. “Yandaş medya” adeta “Ali Kemal” tutumu içinde, yukarıdaki bütün konularda AB’nin ve ABD’nin taraftarlığını yapmaktadır. “Caren Fogg ve Soros’un çocukları” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır. Hatta ABD Dışişleri Bakanı C.Rice’ın Ortadoğu’nun haritasının değişeceğini açıklamasının ardından, ABD’li Albay’ın yayınlandığı haritada, tüm Doğu Anadolu ve güneydoğu Anadolu’nun sözde “Özgür Kürdistan” olarak gösterilmesi ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu haritaya Ermeni Devleti’nin ve diasporanın hiç tepki göstermemesi dikkatlerden kaçtı. Çünkü onlar bu haritanın Doğu Anadolu bölümünün Sevr planına göre Ermenistan’a ayrıldığını çok iyi biliyorlardı.
Yukarıda gösterdiğim gelişmeler yaşanırken Türkiye PKK, irtica ve yolsuzluk batağına batırılmakta ve T.B.M.M içindeki partiler çözüm üretemiyorlardı. 10 Kasım 1991’de Ankara’da yapılan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ve Başbakan Mesut Yılmaz’ın katıldığı Atatürk’ün anma töreninin ilk konuşmacısı ben idim. Sürem 15 dk. idi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 1991 ilkbaharında Manisa’da yaptığı bir konuşmada “Bu memlekette şapka giymeyenler asılmıştır. Artık bu günler geride kalmıştır.” demişti. Diğer yanda T. Özal’dan güç alan II. Cumhuriyetçiler Sovyetler Birliğinin dağılması sonrası Stalin’in heykellerinin bazı yerlerde de Lenin’in heykellerinin yıkılmasını örnek göstererek “Türkiye’de tabuların (Atatürk kastediliyor) yıkılacağını” ileri sürüyorlardı. Ben konuşmamı bu konular üzerinde yoğunlaştırdım ve özetle Atatürk’ün Türkiye’de, “Mahkeme-i Kübra’da hesap verme anlayışında olan Osmanlı Devlet adamı” anlayışını yıkıp, tarihe ve millete hesap veren devlet adamı ahlakını getirdiğini anlattım. “Büyük Nutuk” bunun ifadesidir…Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ve şapka isyanları sürecinde, şapka giymediği için hiç kimse idam edilmemiştir. Şapka giymeyi kafirlik olarak gösterip, halkı isyana kışkırtan ve isyana silahlı olarak katılan başta İskilipli Atıf Hoca olmak üzere 28 kişi idam edilmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasında sonra Lenin ve Stalin’in heykellerinin yıkılmasında, o heykellerin ızdırap, kan ve dehşeti hatırlatması yatmaktadır. Oysa Atatürk’ün heykellerinde bağımsızlık ve egemenlik ve uygarlaşmanın şeref ve haysiyeti temsil edilmektedir. Hiç kimsenin onları yıkmaya gücü yetmez” demiştim. T. Özal, konuşmam sonrası yaver albayını göndererek benden İstiklal Mahkemesi kitabımı istetmişti. Turgut Özal’ın Nutuk’u vefatından kısa bir süre önce okuması da üzücüdür.
Ekim 1993’te Ankara’da Türk Tarih Kurumu salonunda “İkinci Cumhuriyetçilere Yanıt” konulu bir konuşma yaptım. Bu konuşmama merhum Alparslan Türkeşde katılmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu ve Türk milliyetçiliğini hazırlayan gelişmelerle emperyalizmin oyunlarının nasıl bozulduğunun üzerinde yoğunlaşmış ve 1990’lı yılların önemi üzerinde durmuştum. Merhum Türkeş, tebrik etmek için iki yanağımdan öpmüştü. Arkadaşlarım “sen de mi Türkeşci oldun?” diye takılmışlardı. Oysa Türkeş, konunun öneminin, ciddiyetinin bilincinde olduğunu göstermişti. Bir yıl sonra, 28 Ekim 1994 günü İzmir’de Karşıyaka Nikah Salonu’nda yaptığımı konuşmaya, İzmir SHP Milletvekili Erdal İnönü’de katılmıştı. Konuşmamı çok beğenen E. İnönü ile akşam verilen yemekte yan yana oturduk. Konu, konuşmanın “Atatürk, modernleşme ve laiklik” üzerinde yoğunlaştı. Konuşmamı çok beğendiğini belirten Sn. İnönü’ye “Türkiye yeni bir askeri müdahaleye doğru sürükleniyor” deyince, kendisi “böyle bir şeyin söz konusu olmadığını” belirtti. Ben, “Siz konuşmamı beğendiniz, Sn. Kenan Evren beni iki kez dinlediler (1990), sizin gösterdiğiniz teveccühü gösterdiler.” Sn. Türkeş’in davranışını ve daha birçokisim vererek orta soldan – sağa kadar bir yelpaze çizdim ve “sizden Türkeş’e kadar çizdiğim bir yelpazede Atatürkçülüğün “Türk Devrim İlkesini” herkes kendi yönünden beğendirdi. Oysa Atatürkçülük bir bütündür. Anayasanın ilk üç maddesi ve 174. madde ile ilgili maddeler tehlikede, T.B.M.M bu sorunu çözemezse, korkarım yakında bir askeri müdahale olabileceğini belirttim.Bilindiği gibi 1994 Mart belediye seçimlerinde Ankara (Melih Gökçek) ve İstanbul (Tayyip Erdoğan) belediye başkalıklarını,Refah Partisi oldukça düşük oylarla kazanmıştı. Oysa belediye başkanlık seçimleri iki aşamalı olsa idi, durum çok farklı olurdu. Sağ ve sol partiler bu gerçeği görüp birlikte hareket edemediler. Oysa bu seçim ciddi bir işaretti. Başkanlık seçimleri %50+1 olmalıdır
1995 yılında Başbakan Tansu Çiller, “artık siyaset dinin emrindedir” diyerek, dinin siyasi alan içindeki durumunu oy avcılığına çevirmenin en tehlikeli adımını attı. Ben, Prof. Dr. Çiller’in de kendisinden önceki bazı politikacılar gibi ABD desteği ile o makamlara çıktığını düşünüyorum. Aralık 1995’te AB ile imzalanan “Gümrük Birliği Antlaşması” buna önemli bir örnek idi. BöyleceTürkiye bir yandan ekonomik olarak mali kontrol altına girerken, irticai-bölücü tehdit de giderek artıyordu.
1995 seçimlerinde Refah Partisi’nin %22 ile birinci parti olması ve Doğru Yol Partisi ile koalisyon kurması, Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın Başbakan olması ve cemaat-tarikatlar ile yakın ilişkiye girmesi, 28 Şubat 1997 tarihinde “Milli Güvenlik Kurulu”nun, 18 maddelik tavsiye kararlarının yayınlanmasını ve 22 Haziran’da da Necmettin Erbakan Hükümeti’nin istifası ile Mesut Yılmaz Hükümeti’nin kurulmasını getirdi. 1997 yılında çeşitli yerlerde verdiğim konferanslarda “Milli Güvenlik Kurulu” tarafından yayınlanan kararlar başarıyla uygulanmazsa, on yıl sonra Türkiye’yi çok ciddi tehlike beklediği konusu üzerinde yoğunlaştım. Bazı konferanslarımda, komünist, faşist, irtica tehditleri üzerinde durmuştum. Dinleyicilerden “en önemlitehdit bunlardan hangisi?” sorusu gelmişti. Ben de “Atatürk’ün Büyük Nutkunun sonunda yer alan “Ey Türk Gençliği” ne hitabında dahili ve harici düşmanların önemini de belirttikten sonra yine O’nun “İktidarda bulunanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olabilirler” sözüne dikkat çekerek, saydığım ideolojik tehditlerden “komünizm, faşizm, irtica, teokratik faşizm)” hangisi devlet organlarını ele geçirirse, en büyük tehdidin o ideolojiden geleceğini belirtim.
1999 seçimleri DSP’nin birinci parti olması ile sonuçlandı. Kuşkusuz Abdullah Öcalan’ın tutuklanması da bunda etkili oldu. Bülent Ecevit’in Başbakanlığında, MHP (Devlet Bahçeli), Anavatan Partisi (Mesut Yılmaz) koalisyonu, bir yandan kendi hataları diğer yandan ABD ve AB’nin oyunları ile darboğaza sürüklendi. 2002 ekonomik krizi ve Kemal Derviş’in gönderilip bakan (ekonomiden sorumlu) olması bir tezgâh görüntüsü veriyordu. Kemal Derviş; ABD’ye gidip (sözde bazı özel işleri için) iki haftayı aşkın süre haber alınamamasından sonra, Ankara’ya döner dönmez Bülent Ecevit’in ciddi rahatsızlığının önemine değinerek, erken seçimi gündeme getirdi. Oysa O’nun ekonomi paketi uygulanıyordu ve bu “acı reçete” ile seçime gidilmesi koalisyon ortaklarının sonu demekti. Bütün ciddi istatistikler DSP, MHP, ANAP hatta DYP’nin de barajı aşamayacağını gösteriyordu. Maalesef aklıselimin yerini duygular aldı. Bu dört partinin, yapılan 3 Kasım 2002 seçiminde barajın altında kalması ile intihar ettikleri görüldü. Kemal Derviş’in İsmail Cem ile yakınlaşması DSP’yi bölmüştü, CHP’ye yeşil ışık yakan Kemal Derviş, daha sonra onu da terk etti ve Dünya Bankası’na gitti.
TÜSİAD, ABD ve AB; 2001 yılında kurulmuş bulunan “Millî Görüş Hareketi”nin içinden çıkmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) iktidara taşımaktaki desteklerinin başarısını gördüler. Tayyip Erdoğan bir ek seçimle Siirt’ten milletvekili seçildi. İşin ilginç yanı daha milletvekili ve Başbakan bile değilken AB ülkelerinde ve ABD’de büyük iltifatlarla ağırlandı. “Ilımlı İslam” teorisi George Bush’un gözünde liderini bulmuş görünüyordu. AKP daha başından itibaren Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları ile sürtüşmeye, bunu temsil eden anayasanın laiklik değerlerini koruyan maddeleri ve kurumlarla (yüksek yargı organları, üniversiteler, Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Barolar vb.) çatışmaya başladı. Devlet kadrolarında hızla kadrolaşırken, yukarı belirttiğim kurumları ele geçirmek için sabırlı bir strateji izlendi. 2007 seçimleri ve Bülent Arınç’ın belirttiği “Müslüman” Cumhurbaşkanıseçimi, AKP’ye belirttiğim bütün kurumların rahatlıkla ele geçirme yolunu açtı. 2007 yılı büyük bir kriz yılı idi. 2009’da ise Ergenekon – Balyoz davaları ve diğer gelişmeler ve devamlı değişen tehlikeli günleri yaşadık. Sayın Cumhur BaşkanıTayyip Erdoğan yeteneklerini Atatürk’ün temel ilkelerini uygulasaydı Türkiye 21. Yüz yılın 10 ları arasına girerdi.
Haçlı Empryalist ve Yunan “ Büyük İdeli”karşısında İki Yüz yıl:
Mora 1821 isyanı ve 24 bini aşkın Müslüman ve 10 bini aşkın Yahudi’nin katliamı sonrası isyanın bastırılması başarılı olunca Rusya, İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu “Haçlı emperyalist” birliğiNavarin’de savaş bile ilan etmeden Osmanlı ve Mısır Donanmalarınıyaktı. Bunun sonucunda Rus Ordusu’nun Edirne’ye gelmesi üzerine Osmanlı Devleti, çaresiz Mora Krallığının 1830 Londra Antlaşması ile kuruluşunu kabul etti. Balkan Savaşı ve soykırımı ile Haçlı emperyalizminin Türk’e olan düşmanlığı, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğunun Almanya yanında yer alması, İngiltere’nin Osmanlı topraklarının Rusya ve Fransa ile paylaşma antlaşmasını hazırladı. 1918, 30 Ekim’de Osmanlı’nın Mondros Mütarekesi’ni imzalaması ile Haçlı Emperyalist İngiltere ve müttefiklerine teslim oldu. Sevr ile imzalanan antlaşma, Büyük Türk Zaferiyle birlikte Lozan’da yıkıldı. Emperyalizm mağlup olmuştu ama nefretini sakladı. Koşullar “1929-30 Dünya ekonomik buhranı, 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı ve bu savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin yayılması karşısında NATO’nun kuruluşu Haçlı Emperyalizmini Türkiye’ye muhtaç etti.
Türkiye ve Yunanistan 1952’de birlikte NATO’ya katıldı. Sözde müttefik olduk. Kıbrıs’a sahip olmak için 1956’dan itibaren kanlı terör olayları başlatan Yunanistan “1959’da Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Garantörlüğü” nü kabul etmek zorundan kaldı. Ama kabul edilmiş olan Türklere verilmiş hakları çiğneyerek baskı ve katliama başladı. 1964’te Türk Hava kuvvetleri bu katliamı durdurmak için Kıbrıs Rum güçlerini ve gemilerini vurdu. ABD devreye girip Marshall Antlaşması ile yapılan anlaşmayı ileri sürüp,Türkiye’yi durdurdu ve sorumlu tuttu. 1967’de aynı oyun tekrar etti. Bunun üzerine Türkiye, Ege Ordusu’nu kurdu, jandarmayı komando ordusudurumuna getirdi. Kıbrıs’a çıkarma yapacak olan çıkartma gemileri inşa etti. 1974’te Yunanistan; Albaylar Cuntası ile Makarious’u devirdive adayı Nikos Sampson yolu ile ele geçirmek istedi. Türk Ordusu 24 Temmuz’da Ada’ya çıkartma yaptı. 80 çıkartma gemisine40’ı Ege’de Foça ve diğer yerlerde konuşlanmıştı. Sonuçta Kuzey Kıbrıs Türk bölümü ve dahası sonra Cumhuriyeti oldu. NATO, başta ABD olmak üzere Haçlı Emperyalist bu konuda da baskılarına başladı.
Türkiye için Kıbrıs hayatı bir bölgedir. Orada yaşayan Türklerin hukukunu korumamıza rağmen baskılar bitmedi. Bugün (2023) Doğu Akdeniz’de, Ege Denizi’ndeki hukuki haklarımızsöz konusu iken ABD, Yunanistan’ı bir üs haline getirdi. Güneyde Suriye topraklarında bir PKK ordusu kurdu. FETÖ’cülükle Türkiye’ye karşı yapılan oyunlar gösteriyor ki Haçlı kuşatması altındayız. Yunanistan’ı silahlandırırken bize vermesi gereken silahları vermeyen “sözde” müttefikimiz NATO ve ABDde bize karşı. 15 Temmuz darbe girişimi Cumhurbaşkanımızın hayatına kast ve iktidarın Fethullah’cıların eline geçmesini sağlayabilirdi
Bu durumda Türkiye milli birliğini sağlayıp, caydırıcı bir kuvvet olmayı başarmalıdır. Partizanlığa dönüşmeden iktidar ve muhalefetin el sıkışması ve bir araya gelmesi ileTürkiye yeni bir savaşa hazır olmalıdır. Su uyur düşman uyumaz.
Prof. Dr. Ergun Aybars