Düşünce ve Eleştiri
Her ne denli biliniyor olsa da Attila Aşut’la ilgili bilgi vermekte yarar var bence.
Dünya, Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinin Trabzon muhabirliğini yapmış.
1965-1968 yılları arasında ‘Sömürücülüğe Karşı Savaş‘ adlı haftalık sosyalist gazeteyi çıkarmış, Gazeteciler Sendikası-Trabzon Devrim Ocağı ve Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları arasında yer almış.
İstanbul’da çıkan Politika gazetesinde çalışmış, Çağdaş ve Yeni Ulus gazetelerinde yazmış.
Daha sonra, Aziz Nesin’in başyazarı olduğuAydınlık gazetesinde ‘Üçüncü Göz‘ yazılarına başlamış, 1995-1998 yıllarında ‘ Siyah Beyaz ‘gazetesinde yazı işleri yönetmenliği ve köşeyazarlığı yapmış.
Attila Aşut’un gazeteciliğe olan ilgisi/aşkı onsekiz yaşında, Trabzon’dakiHâkimiyet’tebaşlamış.Oradaki deneyimi sonrasında isememleketindeki birçok gazetede muhabir, yazar, teknik sekreter ve yayın yönetmenliği yapmış.
Birçok kitaba yazar ve editör olarak katkıda bulunmuş.
Gazeteciliği, şairliği, yazarlığı ile 60 koca yılı geride bırakmış bir yazın emekçisi Attila Aşut.
Beni etkileyen sözlerine gelince…
‘ Arı duru, yalın bir anlatımı seçtim. Türkçeyi başımın tacı yaptım. Çok acılar yaşadım ama acıyı bal eyledim, acılara yenilmedim. Yazıyı namusum bildim. Ne yaptımsa aşkla yaptım. Niteliği önemsedim. Yalapşap işlerden hazzetmedim. Vasata yüz vermedim. Gündelik değer yargılarını değil, tarihin yargısını yaşam ilkesi edindim. Pazara kadar değil mezara kadar devrimci olmayı seçtim.’’
İtiraf edeyim, ben Attila Aşut’uBirGün’deki köşesinden biliyorum.
Veli Lök ile 1995 ya da ’96’da yaptığım röportajı yayımlayan Siyah Beyaz gazetesinde aynı yıllarda o da yazı işleri yönetmeniymiş. Özgeçmişinden öğrendim bunu.
Erdal Atabek, Yekta Güngör Özden, Coşkun Özdemir ve ortaokuldan müzik öğretmenim İlyas Kalay’ın 90 yaşını geride bırakmış olmalarına karşın hâlâ aşkla yazıyor olmalarından çok etkilenmişimdir.
Bir başkası da 1939 doğumlu Attila Aşut…
Her pazartesi sabahı ilk okuduğum yazarlardan ikisi Attila Aşut ve Erdal Atabek…
Bir dil kuyumcusu olan Attila Aşut’unBirGün’deki Türkçeye olan aşkını izliyor olmaktan haz alıyorum doğrusu.
Yazdıklarımı, yazılarımın doktoru (!) olan Mehmet Atilla’ya gönderdiğimde hep huzur bulmuşumdur. Onun elinden çıkınca, yazdıklarımın iyileştiğine (!) inanmışımdır çünkü. Türkçesine hayranımdır Mehmet arkadaşımın.
Bir araya geldiğimizde de ‘Canım Kraliçem‘Feyza Hepçilingirler’i soru yağmuruna tutarım. Telefonla da başını ağrıtırım hatta.
Hidayet Karakuş’un ilgisini ve sevgisini unutmam ise olanaksız. Yanlış yaptığımda hemen uyarır, ben de hemen düzeltmeye çalışırım yanlışımı.
Gelin görün ki dostlarımın uyarılarıyla da hemencecik düzeltemiyorum yanlışlarımı.
Alışkanlıklara ve cehaletime yenik düştüğümden.
Beni uyaranlara karşı duyduğum sevgime/ saygıma gelince…
Eleştirilmek, insanın keyfini kaçırmıyor değil. İğnenin etinize battığında canınızı yakması kadar değilse bile içiniz acıyor.
Kendi kendime şunu sormuyor değilim:
‘’ Bu kişiler seni sevmese sana bu kadar zaman ayırır mı acaba? ‘’
İnandığım, bildiğim, emin olduğum bir şey varsa o da şu: Birisi size zaman ayırıp eleştiride bulunuyorsa o kişi size dosttur.
Sonuçta, eleştirinin yararı dokunuyor size. Yanlışınızdan arınıyorsunuz.
Eleştirene kulak vermek gibi bir niyetinizvarsa tabii…
Mehmet’in, Feyza Hanım’ın, Hidayet Karakuş ve Attila Aşut’un eleştirilerini böyle değerlendiriyorum ben. *
Bir yazıma şöyle başlamıştım bu köşede:
‘’Nihayetinde, netice olarak, fevkalade, lansman, misafir gibi sözcükleri gördüğümde ya da işittiğimde tüylerim diken diken oluyor.’’
Ardından, üzüm bağı olmaz deyip yaptığımız yanlışlara da değinmiş, aklımdan geçenleri dillendirmiş ve ‘’ Siz ne dersiniz? ‘’ le de bitirmiştim yazımı.
Sağ olsunlar; Hidayet Karakuş, Yusuf Çotuksöken, Ataol Behramoğlu, Öner Yağcı ve Attila Aşutda yanıt vermişlerdi.
O yazımda neler mi demiştim: *
‘’Nihayetinde, netice olarak, fevkalade, lansman, misafir gibi sözcükleri gördüğümde ya da işittiğimde tüylerim diken diken oluyor.
Ama nedense ‘fevkaladenin fevkinde ‘ diye konuşan Bülent Ersoy’a ise sesim çıkmıyor hiç.
Nedenini de anlayabilmiş değilim.
Annem ne ‘imkân’ diyordu ne de ‘cevap’. Hatırlamak sözcüğünü de kullanmazdı hiç.
Annemin Türkçesi biraz da biz dört kardeştendi. Özellikle de benden!
O da ‘Çocuklarım, yanlış bir şey söylediğimde düzeltin, bana doğrusunu öğretin’’ derdi hep.
Annemin konuşması, babamdan/ amcamdan/ teyzelerimden daha iyiydi. Çünkü eleştiriye açıktı.
Gelinlerinden daha güzel konuşuyordu dersem bilmem dangalaklık mı yapmış olurum…
Annem; Pir Sultan’dan, Hatayi’den, Yunus’tan el almış gibiydi.
*
Dilde pehlivanlık olmaz diyenlere hiç itirazım yok. Kimi arkadaşlarım hiç hasta demiyor, hep ‘sayrı‘ diyor. Son yıllarda kulağım ‘Anısı güzel’e alıştığı gibi kullanır da oldum. ‘Allah rahmet eylesin’i kullanmayacağım bundan böyle.
‘Şiar’ sözcüğünü çok kullanıyorum. Hidayet Karakuş affetmiyor, hemen düzeltiyor, ‘İlke‘ diye…
En azından dilimi doğru konuşmaya ve yazmaya çalışıyorum. Gel gör ki Türkçe, ikinci dilimiz gibi. Çok yanlışlar yapıyoruz. Eksiklerimiz çok.
‘Üzüm bağı’ sözcüğünü işitince irkiliyorum/ sinirleniyorum.
Çünkü bağın/ bağların/ üzümün başkenti denilebilecek bir Ege kasabasındanım ben. Bizde ‘ bağ’ dedin mi üzüm anlaşılır zaten. Üzüm bağı olmaz! Tren garı olmayacağı gibi… Dudak ruju, tırnak cilası olmayacağı gibi.
Onca şairimiz, onca dilbilimcimiz ve Attila Aşut gibi köşesini bu işlere ayıran bir gazetecimiz varken gene de yanlışlarımızın diz boyu olması acı.
‘Güle güle’’ demesi gereken kişiye ‘Hoşça kal‘ diyenlerin sayısı suda balık kadar.
Değilse de havada kuş kadar belki de…
Bir de şu özelliğimiz var: ‘’Bilmiyorum’’ demeyi bilmiyoruz.
Milyoner yarışmasındaki yarışmacıları izleyin, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Bilgisizliğini heyecana/ oradaki atmosfere ve oturduğu koltuğa bağlayan öyle çok yarışmacı tanıdım ki…
Cehaletimiz, o yarışmada ayna gibi karşımıza çıkıyor.
Üzücü bir durum…
Daha başka…
Eleştiriye hiç dayancımız yok. Tahammülümüz yok demek istiyorum gördüğünüz gibi. Eleştirene‘haklısınız‘ demek yerine dokuz dereden su getirir gibi sahnelerin aktörleri/ aktristleri oluyoruz.
Bahane üretmekte üstümüze yok.
Güvendiğiniz bir yazara dosya veriyor, değerlendirmesini istiyorsunuz.
Yazarın uyarılarına kulak vermek gerekirken bahaneler üretiyorsunuz.
‘’Dikkatimden kaçmış‘’ diyorsunuz/ diyoruz. ‘Zamanım olsaydı daha iyi yazacaktım’’ diyoruz.
Haykırasım geliyor:
Dikkatinden kaçmasın!
Zamanını iyi değerlendir o zaman!
Başa dönelim…
Konuşurken, yazarken güzel dilimizi iyi kullanalım.
Doğru olanı kullanmak adına da komik olmayalım ama…
Ben, yıllar önce milletvekili demek yerine hep ‘saylav‘sözcüğünü kullanırdım. Saylav, öz Türkçe bir sözcük… Herkes bunu kullansın istiyordum. Görüyorum ki olanak gibi/ yanıt gibi tutmadı.
Betik hakeza…
‘Hakeza’ bunun gibi/ böyle anlamına geliyor.
Betik, saylav gibi tutmadı demek istiyorum hakeza sözcüğünü kullanırken. Biliyorum ki öz Türkçe bir sözcük değil. Şiirimsi geliyor diye onu tercih ettim.
Galiba, bu da benim çıkmazım!
Görkemli Yüzyıl demek yerine Muhteşem Yüzyıl’ı kullanmak isteyişim gibi bir çıkmaz!
Feyza Hepçilingirler, Hidayet Karakuş, Yusuf Çotuksöken, Kemal Ateş, Attila Aşut kızarsa bir bahaneye sarılmayacağımı da bilsinler ama…
Geldik yazının sonuna…
‘Lansman’ sözcüğünün kullanılmasını garipsemekten öte kızıyorum böyle diyenlere.
‘Tanıtım‘ desenize diyorum. Hatta daha da ileri gidip eşekarılı bir tümce kurasım geliyor o kişilere…
Hep eleştirmek olmaz ki…
Bir de öneride bulunayım.
İdeoloji; bütün dünya dillerinde bu şekilde ve buna benzer yazılıp söyleniyor.
Neden ‘düşüngü‘ demiyoruz?
‘’Zafer Bayramınız kutlu olsun!‘’u ‘’Utku Bayramınız kutlu olsun!‘’ şeklinde söyleyen var mı hiç?
Bence yok.
Mantığımız öne geçiyor çünkü.
Oturmuş, yerleşmiş sözcüklerle oynamaya gerek yok bence.
Diyorum ki ‘düşüngü’yü de oturtmaya çalışalım. Üç beş yılımızı alır sadece.
Baktık tutmadı, ‘ideoloji’ye devam ederiz.
Ne dersiniz? ‘’
*
Evet, yazımın sonu “Ne Dersiniz?‘’le bitmişti. İlk yanıt hemen Attila Aşut’tan geldi.
Sonra da Hidayet Karakuş, Yusuf Çotuksöken, Ataol Behramoğlu ve Öner Yağcı’dan…
Yazımda sözkonusu olan Türkçemiz ve eleştiri ise ben de hemen eleştirilere yer vermek zorundaydım.
Attila Aşut’tan gelen yanıta yer vermekle görevimizi yapalım o halde:
Sayın Aşut şöyle yanıtlamış yazımı:
“Sevgili Recai Şeyhoğlu,
Türkçe duyarlılığınız beni sevindiriyor. Bu duyarlıkla gönderdiğiniz kimi iletilere BirGün‘deki‘Dilin Kemiği’ köşemizde zaman zaman yer vermeye çalışıyorum.
‘Dilde pehlivanlık olmaz’ sözünü ben de çok önemsiyorum. Hepimiz bu konuda her gün yeni şeyler öğreniyoruz.
Yeni sözcükleri benimsemek biraz da alışkanlık işi.
1960’larda arı Türkçeye genel bir yöneliş vardı. Yazarlar, ozanlar, sanatçılar çok özenli ve istekliydiler bu konuda.
Yeni Osmanlıcı ve siyasal İslamcı AKP iktidarında Dil Devrimi’nin hızı kesildi. Çoğu yazı insanı da ‘zamanın ruhu’na uyum sağladı! O yüzden şimdilerde tutarlı biçimde Türkçeyi savunan bir avuç yazar kaldı. Onlar da kimilerince ‘dil zabıtası’ sayılıyor, hatta ‘tutucu, milliyetçi, ırkçı’ diye aşağılanıyor!
Peyami Safa gibi gerici kalemlerin altmış yıl önce ‘komünist’ dediği öz Türkçeciler şimdi ‘faşist’ olup çıktılar 🙂
Neyse, bu uzun bir konu…
Gelelim sizin yazınıza.
Genelde katıldığım bir yazı.
Ama kimi itirazlarım var.
Örneğin, ‘Dudak ruju, tırnak cilası olmaz’ diyorsunuz.
‘Dudak ruju’ olmaz ama ‘tırnak cılası’ bal gibi olur!
Çünkü ‘cila’ sözcüğü yalnızca tırnak için kullanılmaz.
Sözgelimi ‘ayakkabı cilası’nı unutmuş olmalısınız!
Aman şu sözünüzü Feyza Hepçilingirler duymasın:
“Doğru olanı kullanmak adına da komik olmayalım ama…”
Varlık dergisinin Nisan 2022 sayısında Feyza Hepçilingirler’in‘Türkçe Günlükleri’ni okudum bugün.
O da “adına” sözcüğünün böyle kullanılmasına çok bozuluyor!
Bir de şöyle bir söz etmişsiniz yazınızda:
“Betik, saylav gibi tutmadı demek istiyorum hakeza sözcüğünü kullanırken. Biliyorum ki öztürkçe bir sözcük değil. Şiirimsi geliyor diye onu tercih ettim.”
Yok öyle şiirimsi miirimsi geliyor demek!
Size ‘şiirimsi’ gelen o söz bana çok itici geliyor! Ne olacak şimdi?
Eğer bir dil tutumumuz, siyasamız varsa ilkeli / tutarlı olmak zorundayız.
‘Görkemli Yüzyıl demek yerine Muhteşem Yüzyıl’ı kullanmak isteyişim gibi bir çıkmaz!”diyorsunuz…
Evet, bu da bir yanılsama!
Eğer o dizinin adı ‘Görkemli Yüzyıl’ olsaydı kulağınız buna alışacak,‘Muhteşem Yüzyıl’ı siz de yadırgayacaktınız.
Benim,‘Görkemli Hatıralar’ izlencesinin adını yadırgadığım gibi!
‘Düşüngü’, Dil Derneği’nin güncel sözlüğünde ‘ideoloji’ karşılığı olarak yer alıyor zaten. Kullananlar da var.
Özdemir Asaf’ın aynı adı taşıyan şiirinde ise başka bir bağlamda kullanılmış bu sözcük.
’Recai Bey,
Güzel yazıyorsunuz ama sanırım soluk soluğa yazıyorsunuz!
Yapınızda biraz ivecenlik olmalı. Yazı, dinlendikçe kıvamını bulur. Söz dediğiniz, süzülüp damıtılmalı. Ayrıkotları ayıklanmalı… Yalnız yazanda değil, okuyanda da doyum sağlamalı. Çok sık yazmak, buna engel gibi geliyor bana… Yazınızın başlığı daha anlamlı olabilirdi. Ama bana asıl itici gelen, yazıya ‘Geçtiğimiz hafta Kütüphane Haftası’ydı’ diye başlamanız. Ardından ‘Geçtiğimiz günlerde…’diye başlayan tümceniz geliyor!
‘Dilin Kemiği’ köşesini sürekli okuduğunuzu bilmesem durmayacağım üzerinde ama daha birkaç hafta önce bu konuya ‘dil yarası’ olarak değindiğimi unutmuş olamazsınız! O yazıda da belirtmiştim, biz geçmiyoruz, günler geçiyor!
Öyleyse doğru söylem, ‘geçen hafta’ ya da ‘geride bıraktığımız günlerde’ olmalı. Nitekim başlıkta siz de ‘geçen hafta’ demişsiniz.
‘Her gün ortalama beş altı gazetenin köşe yazarlarını okumadan güne başlamam.’’ tümceniz de bana sorunlu geldi. ‘Beş altı arkadaşlar’ diyemeyeceğimize göre, bu tümcede ‘’beş altı köşeyazarı’ dense daha doğru olurdu.
Dikkat ederseniz, ben yazılarımda ‘köşeyazısı’ ve ‘köşeyazarı’ sözcüklerini birleşik yazıyorum. Çünkü Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’na göre bunlar artık ‘bileşik sözcük’ sayılıyor.
Diyeceklerim şimdilik bu kadar.
Engin hoşgörünüze sığınarak bu uyarıları yapma gereğini duydum. Anlayışla karşılayacağınızı umarım.”
Esenlik dileklerimle… ‘’
*
Evet… Attila Aşut böyle diyor.
Sonraki yazı ise Yusuf Çotuksöken’in olacak.
Ama önce kendisine soracağım, ‘’Eleştirinizi yayımlayabilir miyiz hocam? ‘’
Evet, derse yazının devamında Sayın Çotuksöken’e yer vereceğiz.
Bugünün önemi, 10 Nisan’ın Laiklik Günü olarak anılıyor olması…
İktidarın ve muhalefetin, sanki ortak karar almışçasına laikliği hiç de ciddiye almadıkları/ Diyanet Akademisi kurulmasına ağız birliği etmişçesine ‘ evet ‘ demeleri, 10 Nisan’ın anlamını karartıyorsa da hâlâ 10 Nisan’ın ‘’ Laiklik Günü ‘’ olarak dillendiriliyor olması içimize su serpiyor.
Laiklik Günü’nde de uzun uzadıya bir eleştiri yazısı kaleme almak vardı ama Attila Aşut’un eleştirileri galebe çaldı. Geciktirsem olmazdı.
Köşe Yazarı: Recai şeyhoğlu